Enschede şehrinde faaliyet gösteren İşbirlikçilere Karşı Komite (Comité Anti-Collaboratie), 1915 olaylarına ilişkin “soykırım” iddialarına karşı düzenlediği etkinliklerin üçüncüsünü geçtiğimiz Pazar günü Volkspark’ta gerçekleştirdi.
“Milli benlik ve güçlü yarınlar için” başlığıyla düzenlenen manifestoda, Ermeni, Süryani, Keldani ve Pontus soykırımı iddialarına karşı net bir duruş sergilendi.
Etkinlik, saygı duruşu ve Türkiye ile Hollanda milli marşlarının okunmasıyla başladı. Ardından şehitler için dua edildi. Programa Türkiye’den katılan tarihçi Prof. Dr. Tufan Gündüz, misafir konuşmacı olarak yer aldı. Etkinliğe ayrıca Türk İslam Kültür Dernekleri Federasyonu Başkanı Ali Alıcıkuş, eski başkanı Ömer Altay, Enschede Türk Platformu’ndan Abdullah Yıldız, Hengelo Atatürkçü Düşünce Derneği Başkanı Aynur Tamer ve pek çok sivil toplum temsilcisi katıldı.
Komite temsilcisi Barmanpek: “Haklı davamızı anlatmak için buradayız”
İşbirlikçilere Karşı Komite adına konuşan Mustafa Barmanpek, komitenin kuruluş amacı ve bugüne kadarki mücadelesini anlattı:
“23 Nisan 2023’te, Enschede Belediyesi’nin Süryaniler adına dikmek istediği sözde soykırım anıtına karşı üç kişiyle başladığımız yolculuk, bugün onlarca STK’nın desteğiyle güçlendi. Amacımız, bize yöneltilen iftiralara karşı haklı davamızı anlatmak, hem kendimize hem de Avrupa’ya gerçekleri duyurmaktır.”
Aynur Tamer: “Tarihimize sahip çıkıyoruz”
Hengelo Atatürkçü Düşünce Derneği Başkanı Aynur Tamer, konuşmasında Türk milletinin tarihine sahip çıkma kararlılığını vurguladı:
“Bizim tarihimiz, gözyaşıyla yoğrulmuş bir hürriyet destanıdır. Çanakkale’de, Sarıkamış’ta şehit düşen atalarımızı anmak, onların mirasına sahip çıkmak hepimizin görevidir. Tarihi siyasallaştırarak ‘soykırım’ iftirası atmak asla kabul edilemez. Gerçekler çarpıtılamaz. Barış istiyorsak, onu yalanlarla değil, hakikatlerle inşa etmeliyiz.”
Abdullah Yıldız: “Soykırım iddiaları siyasi bir etikettir”
Enschede Türk Platformu adına söz alan Abdullah Yıldız, olayların tarihî bağlamı içinde değerlendirilmesi gerektiğini belirtti:
“1915’te yaşanan acılar elbette vardır. Ama bunları ‘soykırım’ gibi siyasi bir etiketle tanımlamak tarihi çarpıtmaktır. Tehcir, savaş koşullarında alınmış bir güvenlik önlemidir; sistematik yok etme değildir. Acılar tek taraflı değildir. Biz, hakikati öfkeyle değil, diyalogla arıyoruz.”
Ömer Altay: “Sessiz kalmak suça ortak olmaktır”
Etkinliğe katılan eski Türk İslam Kültür Dernekleri Federasyonu Başkanı Ömer Altay, yaptığı kısa konuşmada sessizliğin tehlikesine dikkat çekti:
“Gerçek dışı iddialara karşı sessiz kalmak, bir anlamda bu iftiralara ortak olmaktır. Biz, atalarımıza yapılan bu haksız ithamları kabul etmiyoruz ve bunu açıkça söylemekten çekinmiyoruz. Her bireyin ve kurumun bu duruşu göstermesi gerekiyor.”
Ali Alıcıkuş: “Birlik olursak sesimiz daha gür çıkar”
Mevcut Federasyon Başkanı Ali Alıcıkuş ise Türk toplumunun birlikte hareket etmesinin önemini vurguladı: “Bugün burada bir araya gelmemiz çok kıymetli. Birlik olursak sesimiz daha gür çıkar, yanlış algılara karşı duruşumuz daha güçlü olur. Avrupa’da yaşayan Türkler olarak sesimizi yükseltmeye devam edeceğiz; çünkü bu sadece bir tarih meselesi değil, aynı zamanda bir onur mücadelesidir.”
Prof. Dr. Tufan Gündüz: Başınızı dik tutun, atalarınızla övünün – Ermeniler Türklerden Özür Dilemelidir
Bu toplantının bir konferans olmadığını bir duyuru olduğundan hareketle birkaç cümle söyleyeceğim. Sizi yağmurun altında çok fazla tutmayacağım. Biz bu bir avuç Türk buradan tüm dünyaya sesleniyoruz ki, biz Türkler tarih sahnesine çıktığımız zamanlardan günümüze kadar en az 4000 yıllık bir tarihe sahibiz. Daima büyük hanedanlar çıkardık ve büyük devletler kurduk. Büyük Hun İmparatorluğu’nun bünyesinde en az 26 halk vardı. Hiçbiri Türklerden zarar görmedi. Göktürk imparatorluğu kurulduğunda Asya halklarının büyük bölümü onların hakimiyetine girdi. Hiçbirinin dili dini ve kültürü değişmedi. Hazar hakanlığı tam bir barış ülkesiydi. Müslümanlar Hıristiyanlar, Yahudiler, inançları olanlar kendi yargıçları ve kendi hukuk kurallarına göre yönetiliyorlardı. Max Hazar diye anılırdı o günler. Selçuklular zamanında Türklerden başka Araplar, Kürtler, Ermeniler, Gürcüler, Rumlar, Süryaniler gibi Orta Doğu’nun tüm halkları Selçuklu bayrağı altında toplanmıştı. Hepsi kendi dilinde konuşmak, kendi dininde kalma kendi kültürünü yaşama özgürlüğüne sahipti. Askere alınmazlar savaşlara sürüklenmezler angarya işlerde çalıştırılmazlar, köleleştirilmezlerdi. Birlikte yaşama kültürü gelişmişti, Selçuklu Devleti Moğol istilası ve yıkıldıktan sonra birçok şehir ve kasabada küçük beylikler ortaya çıktı. Bunların hepsi Türkmen beylikleriydi aralarından hiç Ermeni Rum veya başka milletten beylik yoktu. Niçin kendi şehir devletlerini kurmak yerine ya da Türklerin idaresinde kalmayı ve onlarla beraber yaşamayı tercih ettiler. Bu sorunun cevabını bize yine tarih yine veriyor. Türk barışı, Türklerin barışı her şeyden daha değerliydi. Bu yüzden Osmanlı Devleti doğduğunda da Türk barışını esas almıştı.
Anadolu’da ve balkanlarda hakimiyetini genişletirken de bu paroladan hiç vazgeçmemişti. Osmanlı hakimiyetine giren uluslar için uygulanan birinci plan onların Osmanlı yönetimine ısındırılmasıydı. Buna istimalet, yani yönetime ısındırma politikası denirdi. Bunun yolları yaşama tarzlarına Dil, din ve kültürlerine karışmama, eski yönetimlerindeki yaşam şartlarını zorlaştıran hususları doğrultudan kaldırmak gibi konulardır. İstanbul’a hakim olunduktan sonra da ülkeleri Rumların taktiklerini İstanbul’da kalma ve dini lider olarak faaliyet göstermesine izin verildi. Ermeni kilisesini İstanbul’da açarak dini özgürlükleri güvence altına aldı. Bulgar kilisesine Sırp kilisesine kendi halklarına hizmet etme imkanı verildi. Yüzyıllarca Osmanlı egemenliğinde yaşayan Yunanlar, Bulgarlar, Sırplar, Ermeniler, Boşnaklar, Hırvatlar, Makedonlar, Araplar, Kürtler, Süryaniler ve başkaları ne dillerini kaybettiler, ne kültürlerini, yüzyıllar boyu askere alınmadılar. Savaşlara sürüklenmediler, ticaret ve sanatla meşgul oldular. Nüfuslarını korudular, varlıklarını sürdürdüler. Bütün bunları onlar için yapan bir millet vardı, Türkler. Türkler yüzyıllar boyu geliştirdikleri yönetme tecrübesiyle birlikte yaşadıkları hiçbir topluma kendi dillerini kültürlerini, dinlerini empoze etmediler. Anadolu ve balkanlarda pek çok köy, kasaba ve şehirde birlikte yaşadılar. Gün geldi, suya ekmeğe tuza ortak oldular. Gün geldi. Düğünde bayramda birlikte eğlendiler. Sanatta edebiyatta birlikte şarkılar yazıp birlikte okudular. Hiçbir toplumu din değiştirmeye, dilini ve kültürünü ortadan kaldırmaya, ülkesini ve vatanını terk etmeye zorlamadılar.
Peki ne oldu da bu sihir bozuldu? Modern çağlara gelirken tüm imparatorluklar gibi Osmanlı Devleti de sarsılmaya başladı. 1828’de Mora’da Yunanlıların orada çıkardıkları isyanın bir özelliği vardı. Türklerin yaşamadığı bir Yunanistan kurmak istiyorlardı, bunu başardılar. Hem de 10 binlerce Türk’ü tüm dünyanın gözünün önüne katlederek. Tripoliçe’de Mora’da, Girit’te ne kadar Türk öldürüldü sayısı belli bile değil. Bu kötü kaderi Türkler Balkanlarda da yaşadılar, Bulgaristan’dan Doğu Rumeli’den çıkarılan Türkler ya sürüldüler ya katledildiler. Balkanlarda canını kurtarabilen nü Türk nüfusu Anadolu’ya sığındı. Rumeli’de adalarda yaşayan Türkler hep can korkusu yaşadılar. Mal ve servetlerini yağmacılara bırakıp yeni yaşam kurmak için güvenli topraklara kaçtılar. Doğru kaçtılar, yüzlerce yıl beraber yaşadıkları halklar tarafından katledilmenin yarattığı travmayı bütün dünyanın anlamasını beklemek hakkımızdır. Aslında şu soru Türklerin zihin dünyasını daima meskun etmektedir. Türklerin yönettiği topraklarda Yunanlıların, Rumların, Bulgarların, Ermenilerin, Sırpların ve diğerlerinin durumu ile onların Osmanlı devletinden koptuktan sonra o topraklarda yaşayan Türklerin durumu niçin aynı derecede güvenli olmuyor? Türklerin Yunanistan’ı ile Yunanistan’ın Türkleri ya da Türklerin, Bulgaristan’ı ile Bulgaristan’ın Türklerin niçin aynı kaderi paylaşmıyor? Bu anlamlı soruya vicdanlı bir cevap beklemek bizim hakkımızdır.
Bu kötü ve dengesiz durumun temelinde şu vardı; Osmanlı Devleti dağılırken kendisine devlet çıkarmaya, çalışanların tercih ettikleri tek bir yol bulunuyordu. Türklerin bulunmadığı bir ülke kurmak, Türksüz yaşamak. Çünkü yönetme tecrübesinden mahrum olanlar başkalarını asla yönetemezler. Katliam ya da sürgünü seçmelerinin sebebi de budur. Ne var ki Türkler her yerdeydiler. Türksüz bir ülke yaratmanın tek yolu Türkleri sürmek ve katletmekten geçiyordu. Bu felaketi Osmanlıların girdiği savaşlar daha da tetikledi. 1853-1856 Kırım Savaşı, Kırım’dan Anadolu’ya göçü zorladı. 1878 yılında yaşanan Osmanlı-Rus harbi de, Balkanlardan ve Kafkaslardan Türklerin sürülmelerine sebep oldu. Yüz binlerce Türk ve Müslüman ölüm korkusuyla Anadolu’ya sığındı.
Osmanlı Devleti hem toprak kaybediyor ve hem de parçalanıyordu, tam da bu noktada Osmanlı ülkesinde dağınık halde yaşayan Ermeniler diğer azınlıklardan ilham alarak kendilerine bir Devlet çıkarmaya çalıştılar. Onlar nüfus bakımından hiçbir bölgede mutlak çoğunluğa sahip değildiler. Bu noktada yeni bir ilhama gerek yoktu, kendilerinden öncekiler gibi katliam çatışma, yerinden etme ve sürgün yolunu tercih ettiler. Temel sloganları ise kan dökmeden, hürriyet elde edilemezdi. Taşnak, Süttün ve Hınçak örgütleri ise görünürde siyasi organizasyonlarmış gibi duruyorlar. Gerçekten kan dökülecek sahaları tespitle meşgul oluyorlar. 1870’de Zeytun, 1892’de Van, 1893’te Merzion, 1894 Sasson, 1894’de yine Yozgat, 1095’te İstanbul 1895’te yine Divriği, Trabzon Eğin, Develi, Akhisar, Erzincan, Gümüşhane Zeytun, Bitlis, Bayburt, Maraş, Urfa, Erzurum, Diyarbakır, Malatya, Harput, Arapkir, Sivas, Merzifon, Antep, Maraş, Muş ve Kayseri’de isyanlar. 1896’da İstanbul’da banka baskını. 1897’de Sasson’da ikinci isyan. 1905’te Erzurum’da yine isyan. 1907’de Adana’da yine isyan. Bir türlü durdurulamayan isyan hareketlerinin zirvesi 1914’te birinci Dünya Savaşı sırasında oldu. Osmanlı hükümeti, 1914’de Erzurum’da toplanan Taşnak kongresine heyet göndererek savaş sırasında devlete sadık kalmalarını istemiştir. Bu merkezi hükümetin isteyebileceği en normal şeydir.
Buna karşılık Ermeniler görünürde sadık kalacaklarını söyleselerdi gönüllü birlikleri oluşturup Rus ordusuna katılmayı tercih ettiler. Osmanlılar bütün güçleriyle Yemen, Hicaz, Irak, Suriye, Filistin, Kaliçya, Kafkaslar ve Çanakkale’ye asker yollamışken, ülkenin içindeki Türk köyleri ve şehirleri korumasız kalmışken ne yapabilirdi? Rus orduna gönüllü katılan Ermenilerle, yerli işbirlikçi Ermeni çetelerinin Kars’ta, Ardahan’da, Ağrı’da Erzurum’da, Bayburt’ta, Bartın’da, Bitlis’te, Muş’ta, Elazığ’da katledilen sivillerin birinci sorumlusu devlet kurmak isteyen Ermenilerdir. Buralarda katledilen on binlerce sivil için kuvvetli bir özür dilemeye ihtiyaç vardır. Yani Türklerden kuvvetli bir özür dilemeleri gerekmektedir. 10915’de müttefik donanması İstanbul’u ele geçirmek için bir donanmayla Çanakkale boğazını zorlarken neredeyse 250.000 askerle Gelibolu’ya çıkılmışken, Osmanlı Devleti ne yapabilirdi?
Kendi halkını korumak için tedbirler almaya mecbur değil miydin? Hangi devlet buna mecbur kalmaz? Osmanlı Devleti kendisine açık tehdit oluşturan unsurlara karşı göç ettirme kararı almış, üstelik yabancı bir ülkeye değil yine kendi ülkesinin bir parçası olan Suriye memleketine yollamıştır. 1915 yılının şartları neyse sadece Ermeniler değil bölge halklarının tamamı aynı kaderde toplanmıştır. Ne yazık ki Türkler hem cephelerde asker olarak de cephe gerisinde sivil halk ve bilhassa kadın ve çocuk olarak büyük acılara maruz kalmış can ve kan kaybetmiştir. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Suriye’ye göç ettirilen Ermenilere yeniden memleketlerine dönme izni verilmiştir. Üç yüz bin’e kadar Ermeni yeniden kendi memleketlerine dönmüştür. Bununla birlikte çok sayıda Ermeni ise Fransızlarla işbirliği yapıp işgal ordularına katılmış, Urfa, Maraş, Antep ve Adana’da yeni bir katliam sürecine imza atmışlardır. 1918 yılında Ermenistan Devleti kurulduktan sonra çatışma durumu Kafkaslara taşınmış Ermenilerin Türkiye aleyhine faaliyetleri devam etse de herhangi bir soykırım iddiası vuku bulmamıştır. Ancak 1950’den sonra Türkiye’yi uluslararası camiada köşeye sıkıştırma ve itibarsızlaştırmak amacıyla soykırım ifadesi kullanılmaya başlanmıştır. Bu tarihe kadar yoktur. Zaman içinde Türkiye aleyhine kullanılan bir argüman haline gelen bu deyime, hayatları boyunca hiçbir rahatsızlıkları olmadığı halde sadece Avrupa ülkelerinde serbestçe seyahat ve yerleşme imkanı bulmak, kolay vize temin edebilmek için Süryaniler ve Karadeniz Rumları da katılmıştır. Bu ikisinin Türkiye’yi mahkum ettirecek, hiçbir maddi delili bulgusu ve hatta bilgisi bile yoktur. Doğrular etki altına girdikleri hiçbir olay söz konusu değildir.
Buradan bir kez daha özgür dünyaya sesleniyoruz ki Türkler asla soykırım utancını yaşamamıştır. Bunlardan Göktürklerden, Selçuklulardan, Osmanlılara ve Türkiye Cumhuriyeti’ne gelinceye kadar güçlü bir yönetim tecrübesi olan bir millete, yani Türklere böylesine akıl almaz bir suçlama yönetmek haksızlıktır. Tarih asla bunu onaylamaz. Türk gençlerine de sözümüz var. Sizin dedeleriniz ve onların dedeleri ve onların dedeleri tarih boyunca sadece barış içinde yaşamayı seçmişlerdir. Binlerce yıl bu böyle sürüp gelmiştir. Şimdi başınızı dik tutun, atalarınızla övünün. Çünkü yaşlı tarihin sayfaları sadece onların temiz geçmişlerini yazıyor. Bu vesileyle tüm dünya milletlerine barış çağrısı yapıyor, güçlü gelecek için barışın kutsal gölgesine sığınmaya çağırıyoruz.
Komite Başkanı Ali Çağlayan’dan parlamentoya sert tepki
Hollanda Parlamentosu, 1915 olaylarını “Ermeni Soykırımı” olarak tanıyan bir önergeyi geçtiğimiz günlerde, DENK Partisi dışında tüm partilerin oylarıyla kabul etmişti. Karar, ülkede yaşayan Türk toplumunda büyük bir hayal kırıklığı yaratırken, Enschede merkezli İşbirlikçilere Karşı Komite (Comite Anti-Collaboratie) Başkanı Ali Çağlayan’dan da önerge ile alakalı sert bir tepki gelmişti.
1915 olaylarına ilişkin yapılan oylamada tarihsel ve hukuki gerçeklerin göz ardı edildiğini vurgulayan Komite Başkanı Ali Çağlayan, önergeye “evet” oyu veren milletvekillerine gönderilmek üzere sert bir mektup kaleme almış ve kararı; “Tarih siyasete kurban edildi, tarihi yanılgı ile oylanan bu karar bir milletin onuruna darbedir.” şeklinde yorumlamıştı.
Çağlayan bu çıkışının ardından bu kez de Hollanda Başbakanı ve bakanlara bir mektup göndererek kaygılarını yüksek derecede dile getirmişti.
“Tarihe iftira değil, adalet yakışır”
Etkinlik boyunca tüm konuşmacılar, tarihî olayların bilimsel verilerle değerlendirilmesi gerektiğini vurgularken, Türkiye’ye yönelik soykırım suçlamalarının haksız ve mesnetsiz olduğunu belirtti. Etkinlikten çıkan ortak mesaj ise şu oldu: “Barış, yalanlarla değil, hakikatle kurulabilir. Tarihe iftira değil, adalet yakışır.”
İşbirlikçilere Karşı Komite, önümüzdeki süreçte de Avrupa kamuoyunda Türk tezlerini anlatmaya yönelik çalışmalarını sürdüreceğini duyurdu.
S. Burhanettin Kekeç – Murat Yakar I ENSCHEDE